Türkiye'nin 100 yıllık Cumhuriyet tecrübesi dikkate alındığında önemli atılımlarından birisinin dış ve güvenlik politikası alanında yaşandığı görülüyor. Günümüzde mücavir coğrafyasından ve ötesinden kaynaklanan önemli meydan okumalarla karşı karşıya olan Türkiye, geliştirdiği siyasi, diplomatik ve askeri kapasitesiyle bu meydan okumalarla etkili bir şekilde mukabele edebiliyor. Şüphesiz Türkiye'nin bu kapasitesi bir birikimin eseri. Osmanlı'dan tevarüs eden ve Cumhuriyet'in 100 yıllık süreci boyunca elde ettiği tecrübelerle şekillenen bir birikim söz konusu. Aynı durum meydan okumalar için de geçerli, zira Cumhuriyet'in ilanından beri 100 yıldır Türkiye'nin mücavir coğrafyasında büyük ölçüde istikrarsızlıklar, krizler ve çatışmalar hiç sona ermedi. Meydan okumalar güncellenip çeşitlense de Türk dış politikasının gelişen ve büyüyen vizyonu, Türkiye’nin söz konusu meydan okumaların üstesinden gelmesini ve bunun da ötesine geçmesini sağlayabildi.
İç politik ortam ve Türkiye’nin -askeri müdahalelerle kesintiye uğrasa da- sürekli ilerleyen demokrasi tecrübesi, Türk dış ve güvenlik politikasının şekillenmesinde etkili faktörlerden birisi olageldi. Bu noktada 100 yıllık süreç ele alındığında, Türkiye’nin stratejik kültürü, devlet-toplum ilişkisi, devlet kurumlarının fonksiyonu ve elbette siyasal liderliği, Türk dış ve güvenlik politikasını şekillendiren önemli iç politik faktörler oldu.
Türkiye’de stratejik kültürün tarihsel açıdan önemli bir özelliği, savunmacı bir karaktere sahip olması. Tarihi bir perspektiften bakıldığında Türkiye'de savunmacı jeopolitiğin uzun bir geçmişi var ve bu, 1923'te Cumhuriyet'in ilanından itibaren Türk dış politikasında reelpolitik geleneğin bir parçası olarak seyretti. Bu gelenek, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra Cumhuriyetçi güvenlik kültürünün sıklet merkezini ve jeopolitik tahayyülünü oluşturan milli birliği, toprak bütünlüğünü ve siyasal rejimi korumayı şiddetli bir şekilde savundu.
Bu stratejik kültürün dış çevresi büyük ölçüde Soğuk Savaş sonrası değişmiş olsa da PKK terörünün güvenlik paradigmasını büyük ölçüde şekillendirdiği yıllarda toprak bütünlüğü güçlü bir şekilde ele alınmaya başladı. Kurumsal olarak ordunun/askeri bürokrasinin dış politikanın tayin ve tespitinde özne olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Elbette askeri müdahaleler haricinde demokratik seçimlerle iktidara gelen partiler oldu. Bununla birlikte hükümetler, Türkiye’de temel dış politika sorunlarının yönetiminde muktedir olmakta zorlandı. Diğer bir ifadeyle, askeri bürokrasi hem dış politika konularını tanımladı hem de dış politika uygulamalarının temel yönlendiricisi oldu.
Bu stratejik kültürün dönüşüme uğramaya başladığı AK Parti iktidarının ilk 10 yılında dahi ordu kurumsal olarak dış politikada güvenlikleştirici aktörlük konumunu devam ettirmeye çalıştı. Ordu ancak zamanla kurumsal mücadelede yerini büyük ölçüde Cumhurbaşkanlığına ve Dışişleri Bakanlığına devretmek durumunda kaldı.
Dış ve güvenlik politikası konusunda siyasetin ve siyasi liderliğin uzun bir aradan sonra yeniden etkili olmaya başlaması, şüphesiz devlet-toplum ilişkisinin üstenci bir buyurganlıktan eşit, birbirini tanımlayan ve tamamlayan bir ilişki biçimine dönüşmesine vesile oldu. Bu husus, başta savunma sanayisi alanında yaşanan gelişmeler ve dış politikanın tamamlayıcısı konumundaki yeni kurumların ihdasıyla ve eski kurumlardaki revizyonla beraber çok daha etkili ve stratejik özerkliğini artıran bir dış ve güvenlik politikası çerçevesi oluşturdu.
Günümüzde Türk dış ve güvenlik politikası denildiğinde akla temel aktör(ler) olarak sadece askeri bürokrasi veya ordu gelmiyor. Aynı zamanda en başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ardından Dışişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı, Milli Savunma Bakanlığı gibi kurumların yanı sıra Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Maarif Vakfı, Yunus Emre Enstitüsü, AFAD, Türk Kızılay gibi çok sayıda kurum ve kuruluş da karar verme ve uygulama mekanizmalarında rol oynuyor.
Türk dış politikası kaçınılmaz olarak küresel ve bölgesel gelişmelerden etkilendi ve etkileniyor. 100 yıllık süreç değerlendirildiğinde, bu gelişmelerden özellikle köklü olanları, kapsam veya bölge açısından çoğunlukla Türkiye’nin kilit önemde olduğu bir coğrafyada gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam ediyor. Örneğin son 50 yıl dikkate alındığında bile ilk akla gelen Kıbrıs sorunu, İran-Irak Savaşı, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali, Balkanlarda yaşanan çatışmalar, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında düzenlenen operasyon, Irak’ın işgal edilmesi, Arap halk hareketleri, Rusya’nın Gürcistan ile savaşı ve Ukrayna’ya açtığı savaş gibi gelişmeler, hep Türkiye’nin yanı başında cereyan etti.
Bu noktada rutin bir dış politika geliştirme ve uygulama lüksüne sahip olmayan Türk diplomasisi, çoğu zaman teyakkuz halinde oldu ve bir yöne tam yoğunlaşamadan diğer gelişmelere odaklanmak zorunda kaldı. Bu nedenle de Türk dış ve güvenlik politikası gelişmelere sonradan adapte olmaya çalışan reaktif bir performans sergiledi. Bu performans ise çoğunlukla konvansiyonel yaklaşımlarla uygulanmaya çalışıldı.
Durumu biraz daha açacak olursak Türkiye, küresel ve bölgesel gelişmelere karşı Soğuk Savaş döneminde Batı ve/veya NATO ittifak sistemi oryantasyonundaki bir işbirliği biçimini tercih etti. Kıbrıs Barış Harekatı örneğinde olduğu gibi zaman zaman istisnai reaksiyonlar oluşturdu ama ana eğilim Batı ittifak sistemiyle uyumluydu. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise her ne kadar blok yapıları ortadan kalksa da Türkiye kısmen kapasite yetersizliği kısmen de ekonomik ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle bu "uyumu" devam ettirmek durumunda kaldı. Öte yandan Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının odak noktasını terörle mücadele bağlamında Irak ve Suriye’deki gelişmeler ile Avrupa Birliği (AB) tam üyelik süreci oluşturdu. Diğer alanlara ise ya beklenen enerji ayrılamadı ya da reaksiyoner tutum nedeniyle harekete geçmekte yavaş kalındı. Bununla beraber küresel ve bölgesel gelişmelerden kaynaklı olumsuz etkiler hep acı birer tecrübe oldu ve Türk dış ve güvenlik politikasında önemli derslerin çıkarılmasını beraberinde getirdi. Dolayısıyla Türkiye’nin reaksiyoner bir dış ve güvenlik politikasından aktif ve aksiyon alan bir dış ve güvenlik politikasına geçmesi tecrübelerle ve tedrici bir şekilde gerçekleşti.
Günümüzde Türkiye daha aktif ve aksiyon alan bir dış politika profiline sahip. Bu profil gerek bölgesel düzeyde gerekse küresel düzeyde neredeyse bütün aktörler tarafından teyit ediliyor. Dış ve güvenlik politikasındaki dönüşümün en önemli dayanakları arasında "Türk demokrasisi, siyasi liderliği, kurumsal kapasitesi ve özgüveni" yer alıyor. Bu dayanaklardan her biri, iç politik ve bölgesel gelişmeler nedeniyle veya bunlar tarafından çok defa sınandı ve Türkiye her bir sınamadan güçlenerek çıktı. Türk dış ve güvenlik politikasında alınan ve uygulanan kararların ana meşruiyetini milletten alması da Türkiye'ye önemli bir avantaj sağlıyor. Ayrıca salt çıkar odaklı girişimlerde bulunmak yerine, sürdürülebilir bir istikrarı hedefleyip ve ilkeleri/normları vurgulayarak pozisyon alması da önemli bir avantaj. Bu iki husus Türk dış ve güvenlik politikasının bagajı olmamasını sağlayan, diğer aktörlerden farklılaştıran ve "kendine özgü" hale getiren önemli dinamikler.
Türk dış politikasındaki dönüşümün sahadaki yansımalarına yönelik çok sayıda örnek vermek mümkün. Bununla beraber özellikle son 10 yılda Suriye’de gerçekleştirilen terörle mücadele operasyonlarının, Somali’de ve Libya’da istikrarın sağlanmasına ve Balkanlarda istikrarın korunmasına yönelik hamlelerin, Doğu Akdeniz’de atılan adımların ve Karabağ’da Azerbaycan’a verilen desteğin ortaya çıkardığı jeopolitik durumu hatırlamak yeterli olacaktır. Bu ve bu yazıda yer verilemeyen diğer gelişmeler, Türk dış ve güvenlik politikasındaki dinamizmi canlı tutup gelişmelere adaptasyonunu kolaylaştırmış ve elbette kararlılık ve caydırıcılığını artırmıştır. Son olarak komşu olduğu veya parçası olduğu Avrupa, Orta Doğu, Türk Dünyası, Balkanlar ve Kafkasya’da en etkili aktörlerden birisi olan Türkiye, ürettiği söylemler ve aldığı aksiyonlarla, etkisini içinde yer aldığı bölgelerin dışına çıkardı ve bu sayede bölgesel bir güç olmaktan sıyrılıp etkili bir küresel aktör olma yolunda önemli adımlar atıyor. Son dönemde kriz bölgelerinde, çeşitli küresel platformlarda ve Afrika kıtası genelinde uygulanan politikalar bunun en somut göstergeleridir.
[Ferhat Pirinççi, SETA Akademi Direktörü ve Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve editöryal politikasını yansıtmayabilir.